Ağaçların gizli yaşamı: Ormandaki ağaçlar gerçekten konuşuyor mu?

İZMİR – Ormandaki ağaçlar gerçekten konuşuyor olabilir mi? Ağaçlar, mantar ağları yoluyla birbirleriyle nasıl iletişim kuruyor? Bir bitkiyi kopartırken ona acı çektiriyor olabilir miyiz? Köyleri, ormanı, tarım alanlarını gasp ederek çıkarılmak istenen madenler bizi nasıl bir akıbete sürüklüyor? Türkiye’de toprak mülkiyeti, babalık, küçük şehir hayatı üzerine çalışmaları bulunan; ‘Türkiye’nin Yakın Tarihinde Hayvanlar: Sosyal Bilimleri İnsan Olmayanlara Açmak’ ve ‘Masallarla Konuşmak’ isimli iki kitabın yazarı olan Beşeri Coğrafyacı Doçent Dr. Sezai Ozan Zeybek sorularımızı cevapladı.

Ağaçların da bizim gibi çevresini algılayan; cevap veren; kokuyla, renkle, elektrik sinyalleri ile ve sesle iletişim kuran varlıklar olduğunu belirten Zeybek, “Bizim gibi merkezi sinir sistemleri yok elbette. Ama mesela yapraklar zarar gördüğü zaman elektrik sinyalleri gönderiyor. Savunma ve iyileşme için gerekli enzimler bu sinyaller sayesinde salgılanıyor. İletişim için sesleri de kullanıyorlar. Büyük ağaçların toprak altındaki kökleri 220 hertz’lik çatırtı sesleri çıkarıyor. Yeni tomurcuklanan fideler sesi algılıyor, tepki veriyor ve köklerini o yöne doğru uzatıyorlar” dedi.

Sezai Ozan Zeybek

‘AĞAÇLAR BU DÜNYAYA BIZDEN ÇOK DAHA ÖNCE KÖK SALMIŞLAR’

Çevre bilimci Suzanne Simard “Bir orman gördüğünüzden çok daha fazlasıdır” diyor. Sizce Simard bu sözüyle ne anlatmak istiyor?

Kesinlikle çok önemli bir tespit. Ancak bu ifadeyi açmadan önce, bizim gördüklerimizin orman olup olmadığından bahsedelim. Bir zamanlar dünyanın üçte ikisini kaplayan ormanlık alanlar insan faaliyetleri yüzünden yarıya düştü. Yani niceliksel bir azalma söz konusu. Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütüne göre (FAO), 1990’lardan bu yana, kendi kendine yetişmiş, yerli türlerden oluşan “prime” orman alanları yüzde 80 oranında azaldı.

Bu bir orman değil

Bir de işin niteliksel boyutu var. Bizim orman zannettiğimiz genelde kereste plantasyonları ya da peyzaj alanları oluyor. Aynı boyda, aynı türde ağaçlardan oluşan geniş alanlar. Dolayısıyla çevremizde gördüğümüz ağaç kümelerine orman denebilir mi, emin değilim. Şehirleşme, tarım, endüstriyel kereste üretimi, ormanın bütünlüğünü-bağlantılarını bozan altyapı projeleri, aşırı avlanma, yangın-su döngüsünü değiştirme gibi pek çok müdahale türü var. Müdahale arttıkça ormanlar daha az karbon tutabiliyor, daha az canlı türü barındırıyor, bölgesel ve yerel iklim süreçlerine daha az etki ediyor, su havzaları azalıyor.

Sorunuza dönecek olursak; ağaçlar bu dünyaya bizden çok daha önce kök salmışlar. Dünyanın bin bir haline şahitlik etmişler. İnsan türünün kısacık geçmişiyle kıyaslarsak çevrelerine çok daha iyi adapte olmuşlar. İnsanlar yok olsa da ağaçlar-bitkiler hayatta kalmaya devam eder diye düşünüyorum. Çünkü bizden daha dirençliler. Biz yüz badire atlattıysak, onlar milyon tane atlattı. Dolayısıyla evet, Simard’ın dediği gibi, orman gördüğümüzden çok daha fazlası…

Peki, ormana baktığımızda biz ne görüyoruz?

Valla biz ne görüyoruz ayrı tartışma konusu ama şirketler ve devletler kereste görüyor. Selüloz görüyor. Tarıma ve şehirleşmeye engel olan yerler görüyor. Kârlılığı az olan canlıların biriktiği atıl alanlar görüyor. Yahut dediğim gibi piknik alanlarından hallice olan peyzaj alanları görüyor…

Monokültür tahribat

‘BİR ÜLKENİN ORMANLARINI YAĞMALAMAK BU KADAR UCUZ OLMAMALI’

Devletler ve şirketleri bir kenara bırakırsak, bizim bu konudaki rolümüz ne?

Çoğumuzun ormanlarla dolaylı bir ilişkisi var. Ama resmin dışında değiliz. Nasıl ki gıda sektöründe “fast food,” moda sektöründe “fast fashion” oburca bir tüketim modeli sunuyorsa, IKEA gibi mobilya şirketleri de benzer bir üretim ve tüketim mantığı izliyor. Kısa ömürlü mobilyalar, kağıt abajurlar, kaplama malzemeler ve bol alışveriş… Çünkü kısa ömürlü ürünler, bizim ekonomik modelimizde daha çok büyüme anlamına geliyor. Tüketici için de daha ucuz. Buna mukabil bir asır kullanılabilecek mobilyalar lüks tüketim malzemesi sayılıyor. Oysa aslında lüks olan IKEA ürünleri. Bu tarz üretim zincirlerinin uzun vadeli bedelleri hepimiz için daha yüksek. Aynen diğer sektörlerde olduğu gibi, yüksek kârlılığın bedelini başka yerlerde birileri mutlaka ödüyor. Mesela Doğu Avrupa’da ve İsveç’te IKEA’nın yol açtığı orman tahribatını, şirketin kendini ‘çevreci’ diye pazarlamak için attığı greenwashing taklalarını, dönen yolsuzlukları şu belgeselde seyredebilirsiniz.

Gidenler tecrübe etmiştir: Böyle yerler ‘shopping mall’ mantığında tasarlanıyor. Her şey sizin oradan daha çok eşya ile çıkmanız üzerine kurulu. Bir süzgeç almak için girip kendinizi showroomda dolaşırken buluyorsunuz. Maksat, sizin orada geçirdiğiniz süreyi arttırmak. Sonucunda başta aklınızda olmayan bir sürü eşyayla çıkıyorsunuz.

Sizce bu konuda neler yapılabilir?

İlle de piyasa içi çözümler bulalım diyorsak, bu tarz şirketlerin çevreye verdiği tahribatın fiyatlara yansımasını sağlayabiliriz. Bir ülkenin ormanlarını yağmalamak bu kadar ucuz olmamalı. Dayanıklılık kriterleri getirebiliriz. Misal garanti sürelerini beş seneden otuz beş seneye çıkaralım. Ücretsiz değişim zorunluluğu koyalım. O zaman şirket bu kadar dayanıksız eşya üretemez. Bu kadar kârlıymış gibi de yapamaz ve nihayetinde piyasaya hakim olamaz.

Ama daha ötesinde, ormanların üstündeki baskıyı azaltacak yeni ekonomik modeller tasarlamamız gerekiyor. Bu kadar çok üretmeye devam edemeyiz. Kritik kalemlerde küçülmeyi konuşmaya başlamamız lazım. Konuşuluyor da zaten. Nasıl mı? Mesela dayanıklı mobilyanın lüks bir seçenek değil, zorunluluk olması. Devletler zenginleri sübvanse edeceğine, dayanıklı mobilya üretenleri desteklesin. Alınan evladiyelik olsun. Eğer yüzlerce yıllık bir ağacı, bir yaşam mucizesini kesiyorsanız, ondan yaptığınız her ne ise en az onun kadar olağanüstü olmalı.

‘AĞAÇLAR DA BİZİM GİBİ ÇEVRESİNİ ALGILAYAN VARLIKLAR’

Filmlerde veya kitaplarda ağaçların konuştuklarına rastlıyoruz. Aralarındaki iletişimi kanıtlayacak bilimsel analizler kısıtlı olsa da güncel bilgiler ışığında ormandaki ağaçların gerçekten konuştuğu söylenebilir mi?

Belki bizim gibi değil ama evet. Ormandaki tüm varlıklar yoğun bir iletişim içindeler. Ağaçlar kökleriyle, kokularıyla birbirlerini böcek saldırılarına karşı uyarıyor. Aralarında bir dayanışma var. Kökleriyle kaynaşan, tek olan ağaçlar bulunuyor. Hastalananlara, büyümekte olanlara yardım ediliyor. Bir tür kaynak bölüşümü, kolektif bağışıklık sistemi diyebiliriz.

Mesela Peter Wohlleben’ın ‘Ağaçların Gizli Yaşamı’ ismiyle Türkçeye çevrilmiş kitabında anlattığı hikayelerden birisi şöyle: Afrika savanasındaki akasyalar, zürafaların yapraklarını aşırı yemesi üzerine yaprakları acılaştıran ve zürafaları uzak tutan bir sıvı üretiyor. Ama bununla kalmıyorlar. Aynı zamanda bir gaz yoluyla çevrelerindeki diğer ağaçları da zürafalara karşı uyarıyorlar. Bu da bir iletişim. Elbette bizimki gibi değil; ama aslında zannettiğimiz kadar farklı da değil. İnsan dili ve diğer varlıkların dilleri arasında farktan çok benzerlikler olduğuna dikkat çeken şu yazıya bir link koyalım.

Sonuçta evrimin bir noktasında yollarımızın ayrılmış olduğu uzak akrabalarımızdan bahsediyoruz. Yaşam tüm çeşitliliğine rağmen, aslında çok benzer prensipler üzerine kurulu. Ağaçlar da bizim gibi çevresini algılayan; cevap veren; kokuyla, renkle, elektrik sinyalleri ile ve sesle iletişim kuran varlıklar. Bizim gibi merkezi sinir sistemleri yok elbette. Ama, yine Wohlleben anlatıyor, mesela yapraklar zarar gördüğü zaman elektrik sinyalleri gönderiyor. Savunma ve iyileşme için gerekli enzimler bu sinyaller sayesinde salgılanıyor. İletişim için sesleri de kullanıyorlar. Büyük ağaçların toprak altındaki kökleri 220 hertz’lik çatırtı sesleri çıkarıyor. Yeni tomurcuklanan fideler sesin geldiği yere doğru büyüyor. Sesi duyuyor, tepki veriyor ve yardım alacakları yöne doğru uzanıyorlar.

Canlı yaşamını gözlemleyen, üstüne tefekkür eden herkesin görebileceği açık bir hakikatten bahsediyoruz aslında. Ağaçların birbirleriyle veya başka türlerle iletişim kurmamaları mümkün olabilir mi? Elbette kuruyorlar. Buna şaşırmamız şaşırtıcı.

‘MANTARLARA ORMANIN İNTERNETİ’

Peki, ağaçların mantarlar yoluyla da iletişim kurduklarına dair ortaya çıkan bulgular konusunda neler söylersiniz?

Kesinlikle çok önemli bir keşif. Mantar dediğimiz olağanüstü bir varlık. Yüzlerce yıl yaşayabilen, kilometrelerce büyüyebilen toprak altı iletişim şebekesi. Bizim marketlerden aldığımız mantar değil, onun toprak altındaki asıl gövdesi gelsin aklınıza. Ağaçların köklerinde büyüyenler, ağacın besininden pay alıyor. Ama buna mukabil zor zamanlarda su deposu oluyor, filtre görevi görüyor, ağaç için faydalı maddeleri saklıyor. Aynı zamanda türler arasında iletişimi sağlıyor. Mantarlara ormanın interneti deniyor.

Ormanın interneti mantarlar

Ormanlık bir arazi tarlaya dönüştürüldüğünde ilk yılların bereketli olmasının sebeplerinden biri, yer altındaki mantar (fungi) şebekesinin toprak sürülürken parçalanması. Onlarca, yüzlerce yıllık ağlar bunlar. En yaşlısının sekiz bin yaşında olduğu tahmin ediliyor. Patlayan mantarın depoladıkları toprağa karışıyor. O yüzden açılan arazi ilk birkaç sene iyi verim veriyor. Ama sürdürülebilir değil. Bir süre sonra çiftçi ya yeni arazi açmak ya da toprağa dışarıdan gübre eklemek zorunda kalıyor. Diğer bir deyişle uzun sürede biriken, kısa sürede bozduruluyor.

‘CAN YANMASININ BİN BİR HALİ VAR’

Karşımızda dünyayı algılayan canlılar var diyorsunuz. Bu durumda bir bitkiyi koparırken ona acı çektiriyor olabilir miyiz?

Zor bir soru… Müsaadenizle iki farklı pencereden bakmak istiyorum. Bilim yazınında insani niteliklerin diğer varlıklara aktarılmasının yanlış olduğunu ileri süren bir anlayış var. Bunun haklı sebepleri de var. Bilimsel yazı metodolojisinin henüz oturmadığı yıllarda doğa olaylarını gözlemleyen pek çok ‘bilim’ insanı, insan merkezli bolca keyfi çıkarımda bulundu. Örneğin nesnelerin bırakılınca düşme sebebinin, evrende ait oldukları yere dönme çabası olduğu iddia edildi. Onlara irade atfedildi. Yahut namus gibi, asillik gibi, krallık gibi insan kurgular hayvanlara yakıştırıldı. Özellikle 20’nci yüzyılın ikinci yarısı bu benzetmelerin temizlenmesiyle geçti. İnsan-merkezli tasvirlerden uzak duruldu. Fakat bu defa da diğer uca savrulundu. Bitkileri geçtim, hayvanların acı çektiğini söylemek bile insan merkezli olarak fişlendi. İnsana has kategorilerin, insandan başka varlıklara aktarılması bilim dışı olarak görüldü.

Bugün gelinen noktada insan biçimcilik (Anthropomorphism), bilimin tümüyle reddettiği bir husus olmaktan yeniden çıkıyor. Eskinin usullerine dönüş anlamına gelmiyor bu. Ancak bilhassa hayvan çalışmalarında depresyon, mutluluk, oyunculuk, irade gibi hasletlerin yalnızca insanlara has olduğunu sanmaktan kurtuluyoruz. Bitkiler konusunda henüz bu aşamaya gelinmiş değil. Ama yeni bulgular karşımızda son derece zeki ve dünyayı idrak eden varlıklar bulunduğunu gösteriyor. Canları acıyor mu? Bizim görebildiğimiz bir şekilde değil. Ama can yanmasının bin bir hali olabileceği konusunda şüpheyi elden bırakmamak lazım.

Bu bakış açılarından birisi. Ancak diğer yandan bitkilerin anatomik olarak farklı olduklarını hatırlamakta fayda var. Hayvanlar gibi hareket etmediklerinden hayatta kalmak için başka yöntemler geliştirmişler. Mesela bir geyik bitkinin çoğunu yese bile, bitki ufacık bir parçasından kendini yeniden üretebiliyor. Zaten üreme işlevlerini, belli parçalarının koparılması, uzağa taşınması üzerine inşa eden bitkiler var. Muazzam bir intibak yeteneği. Kırılan yerden başka bir dal uzatabiliyor. Hayatı küçük birimlere dağıtmış, minicik tohumlara saklamış. On yıllarca toprak altında sırasını bekleyebiliyor.

Özetle, canın yanması dediğimiz tekil bireyler ve merkezi bir yaşam varsayıyor. Oysa ağaçlar birey değil, bir kolektif. Tekil değil, çoğul. Bizim algımızın dışında kalan bir hayat sürüyorlar. Dolayısıyla, onları kendi bildiğimiz düzleme indirgemek, “Onların da bizim gibi canı acıyor,” demek bu canlıların gelişimini hafife almak olabilir. Yine de şunu söyleyebiliriz: Bizim ormancılık usullerimiz bu kolektifi bozmak, ağaçlara birey muamelesi yapmak üzerine kurulu. Geri kalan daha iyi büyüsün diye ağaçlık alanları ‘seyreltiyoruz’ mesela.. Biyo-kütle artıyor, gövde olarak büyüyorlar hakikaten. Ama yine Wohlleben’dan öğreniyoruz ki bu daha uzun yaşayacakları anlamına gelmiyor. Dayanışma ağlarını yitiriyorlar, iletişimleri azalıyor. Bağışıklık sistemleri zayıflıyor. Bir tavuğun hormonla daha hızlı büyütülmesi gibi… Hızlı büyümesi onun daha sağlıklı olduğunu göstermiyor.

‘HÜKÜMETLERİN İKTİDARDA KALMASI BORCU DÖNDÜREBİLMESİNE BAĞLI’

Son soru olsun: Günümüz tüketim toplumunda ağaçları savunmaya kalkmanın bedeli oldukça ağır. Ağaç kesimine karşı çıkan yaşam savunucuları adeta cezalandırılıyor. Köyleri, ormanı, tarım alanlarını gasp ederek çıkarılmak istenen madenler bizi nasıl bir akıbete sürüklüyor?

Bu zenginleşme modeli sadece bizden değil, gelecekten, sonraki nesillerin hayatından da çalıyor. Sorun sadece Türkiye ile de sınırlı değil. İsveç’te bile ormanlar tahrip ediliyor. Üstelik kimi yerlerde, örneğin Güney Amerika’da çevre mücadelesi verenler sistematik olarak öldürülüyor. Madenleri, ormanları, suları hızla nakde çevirmeyi zorunlu kılan eşitsizliklerle karşı karşıyayız. Dünyanın her yerinde yaşadığı coğrafyaya bu kadar duyarsız rejimlerin başa geçmiş olması basit bir tesadüf değil. Çünkü borç rejimi tüm ülkeler üzerinde yoğun bir baskı kuruyor. Hükümetlerin iktidarda kalmaları borcu döndürebilmelerine bağlı. Kişisel hırslar, sınırlı gelecek vizyonu, ağacı-kuşu anlamamak… Bunlar elbette verilen kararlarda rol oynuyor. Ancak ne zaman karşı bir hareket olsa, o hükümetlerin nasıl cezalandırıldığına defalarca şahitlik ettik.

Gazeteci Sedat Kaya’nın Akbelen’de çektiği fotoğraf. 150 yıllık kızılçam.

Sözde demokrasiler her zaman demokratik olmayan rejimlere ihtiyaç duydu. Olaf Scholz’un yahut ABD başkanlarının koşa koşa Suudi Arabistan’a gitmeleri elbette bir tesadüf değil. O hâlde direnişin uluslararası mahiyetini akılda tutmak, çatışma mevzilerini alan savunmasıyla sınırlı tutmayıp finans kurumlarına; IKEA gibi, Alamos gibi küresel şirketlere ve onun yerli ortaklarına yöneltmenin yollarını düşünmek gerekiyor.

Enerji ittifakı

Bu söyledikleriniz çok doğru ama buna paralel işin politik örgütlenmesini yapmak sanırım çok da kolay değil…

Değil, hayır. Ama kapsamlı bir direniş programı sunmayan siyasi oluşumların, nasıl bir gelecek istiyoruz sorusuna beylik cümleler dışında söz üretemeyen partilerin sağa kaybetmesi kaçınılmaz. Sınıf meselesini merkeze alan siyasi örgütlere, sömürgecilik karşıtı uluslararası ittifaklara ihtiyaç var. İşin ironisi şu: Yükselişte olan sağ ırkçı partiler, çarpıtarak, bozarak bu dili mobilize ediyor. Bu dili geri kazanmanın, çevre hareketleriyle harmanlamanın vakti geldi geçiyor.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir